NİZAM-I ALEM NEDİR? 
SÖZLÜK ANLAMI: Nizâm-ı Âlem: Tüm dünyaya düzen getirme ülküsü.. Hoca Ahmed Yesevi'nin Türk-İslâm Ülküsü’nün temeli olarak savunduğu çekirdek düşünce.
Nizam-ı Alem Anlayışımız
Adına ister ülkücü, ister Nizâm-ı Âlem Alperen’i, ne denilirse denilsin, bu kardeşlerimiz, dünyanın gözü önünde destan yazmışlardır. Bu şerefli tablonun manevi Başbuğu Pir-i Ahmet Yesevi Hazretleri’dir. Hoca Ahmet Yesevi hakkında da Yahya Kemal’in Fuad Köprülü’ye “Şu Ahmet Yesevi kim ?... Bir araştırın göreceksiniz, bizim milliyetimizi asıl onda bulacaksınız “ sözleri meşhurdur.
O destan içinde Pir-i Türkistan (K.S.)’ın yanısıra, Hazreti Mevlânâ, Yunus Emre, Şeyh Edebalı, Akşemseddin, Emir Sultan gibi, nice manevi sultanlar, Ülkü yolunun kandilleri olmuşlar, yaşadıkları devirde. Hakanlara istişare ve feyiz kaynağı görevi yapmışlardır. Başbuğ Veliler’in hayatları, adeta dudaklarımızı ısırtacak örneklerle doludur. Herbiri İ’lây-ı Kelimetullah bayrağını ellerinde meşale gibi tutmuş ve arkalarında Alperenler bunları takip etmişlerdir. ‘’Bir ölür bin diriliriz’’ sözü ülküleri olmuş, verdikleri mücadeleler de bunu ispatlamışlardır. İslâmiyetten önceki Türklüğün, ‘’Alp’’i, Pir-i Ahmet Yesevi’nin dergahında ‘’Eren’’lik vasfıyla kucaklaşarak kudsiyet kazanıyor, Alp’in ‘’Türk Cihan hakimiyeti Mefkûresi”, İslâmiyet sayesinde “Nizâm-ı Âlem ülküsü” ne dönüşüyor.
İslâmiyet öncesi Türklük de, “Alp’’lere yön veren Kâm, Dede Korkut, Korkut Ata ve İrkıl Hoca gibi sözlerine itibar edilen zâtlar vardı. Türk’ün Alp’i İslâmiyet’le ünsiyet bulunca, bu yolun mimarları olarak Evliya, Veli, Şeyh gibi ünvana haiz ‘’Gönül Sultanları’’ aktif rol almışlardır.
İşte Ülkü Yolu’nun neferlerini destanlaştıran bu manevi Sultanların feyzi, bereketi ve hizmetleridir. Barak Baba, Sarı Saltuk, Hacı Bektaş-ı Veli, Tabduk vs. hepsi İ’lây-ı Kelimetullah uğruna yemin ettiler. Göğsünde bir nebze iman olanlar, evliyanın soluğunda “Alperen”lik hüviyetine kavuştular. Ülkü Yolu’nun devleri, kartal yuvasının Söğüt burçlarında, devletin zırhı olan sınır uçlarında ve Gazi Osman’ların zağlı kılıçların gölgesinde, manevi Başbuğlar’a söz verdiler: “Ölsek de dönmeyiz bu yoldan!” dediler.
Ülkü yolu’nun inkişafında hem “Manevi Başbuğlar”ın hem de “Zahiri başbuğlar”ın emeği vardır. Her kahramanlığın zahiri cephesi olduğu gibi, bir de manevi tarafı vardır. Osman Gazi’nin manevi terbiyecisi Şeyh Edebali, Fatih’in Akşemseddin, Yıldırım’ın Emir Sultan vb. Yeter ki bu ikili münasebeti görelim, görmeye çalışalım. Hakanları tarihin sayfalarında idrak ettiğimiz gibi, onlara rehberlik eden manevi sultanları da incelemeli ve anlamalıyız.
Kafileler, şanlı kitap önünde, iman sancak gönlünde, iklimi ruminde yola koyuldu. Bu kervanın yolcularının en tipik özelliği, gönüllerini mazluma sütliman etmeleridir. Hatta Ülkü Yolu’nun Gönül Sultanları, evlatlarına daima; “Halkı, kafir-müslüman ayırmadan, aça aş, açığa bez vermeyi” öğütlemişlerdir. Bu nasihatı başına taç edinerek, bu uğurda can dileyen Alperen’ler olmuştur. “Kanımız Aksa da Zafer İslâm’ın” diyecek kadar canyürekdir. Canlarını sebil ettikleri kutsi davada “İnatla girme soy sop faslına, Kurtsa kurt, itse it, döner aslına” diyerek Peygamber kavlince yılmadan mücadele vermişlerdir.
Dış ve iç mihrakların saldırısına uğradılar. İftiraya maruz kaldılar, işkence gördüler, aç susuz bitap düştüler, dikenli yollarda yürüdüler, ama yılmadılar; zaferle değil seferle yükümlüyüz dediler. Şehitlerin ardı arkası kesilmedi. Faşist dediler, gerici dediler, bütün çirkin iftiralara muhatap kaldılar. Ama onlar, kendi öz yurdunda parya muamelesi gördükleri halde, töre nizam yolunda yordam olup, usul erkan, edep yolunda erdem kalarak, adaletin elbet bir gün tecelli edeceğine İnandılar. Bu kadar gadre uğramalarına mukabil, Devlet’e baş kaldırmadılar, bilakis devleti “ebed müddet” bildiler. Hz.Yusuf(a.s)’ın zindanı misali hapishaneye düşürdüler, ama onlar mapushaneye “Yusufiye” dediler. Her zindanın arkasında mutlaka nurlu şafakların doğabileceğinin düşlerini yaşadılar gönüllerinde hep.
Yusuf’u kuyudan çıkaran da sabrı oldu zaten. Nitekim, Ülkü Yolu’nun neferlerinin herbiri Sabr-ı Cemil örneği sergileyerek tarihe not düştüler. İşte bu Sabr-ı Cemilin neticesinde, en keskin ağızlar bile artık milliyetçiliği ırkçılık, İslâmiyeti gericilik, olarak telakki etmiyorlar.
Bugün, bu barış türkülerinden bahsedilebiliyorsa, geçmişte destan yazmış Ülkü yolu’nun Alperenleri sayesindedir. Onlar, türkülerini kanlarıyla yazdı ve birçok tabuların tabuluktan çıkmasını sağladılar. Kolay değil, hakikatı kabul ettirmek çile ister. Bir değil, bin yıllık tarihi birikimi hokkabazlarca kabulü kolay olmadı. Ülkü Yolu’nun Alperenleri, her şahlanışlarında dalgalanarak İnsanımızın uyanmasını sağlayarak “Şükür Elhamdulillah” dediler.
Bu çetin yolculukta nice düşler yıkıldı, kuyu gölgesinde nasıl yaşanacağını ancak o gençlik gösterdi. Ömürlerinin baharında hasretle “Nizâm-ı Âlem” davasının yılmaz fedaileri olarak görev yaptılar. Dünyanın hevasına kapılmadan burada hiç kimsenin durucu olmadığının idrakıyla, iyiyi kötüden ayıracak öbür alem için faaliyet içinde bulundular. Sıkıntılar, çileler, bekleyişler derken tüm bunlar hakka giden yolda yaşatılan duraklardı oysa.
Dünyada dahi bir sevda için, yani İ’lây-ı Kelimatulah için ab-û hayat içerek, en koyu karanlığa ışık oldular. Düşleri, Nizâm-ı Âlem için kıpırdadı hep. Uyandıklarında, ‘’Sen yürüyene bak, durana bakma’’ dediler. Umudunu kesme, azmi bırakma, bu yolda çile çok olur, ölsek de alnın açık olur, yüzün ak olur, dediler. Bu kervan yoruldu sanmasınlar, yürü yürüyebildiğin kadar ileri, kudsi kervanın, kudsi erleri. Bir kere baş koymuşsun bu yolda. Asırlardır bu dava hep böyle yürüdü, üç kıtaya hükmetti. Niçin bugün yeniden şahlanmasın ki? İ'lay-ı Kelimetullah Sancağını 6 kıtanın burçlarına dikip, hükmetmesin ki?
Sayısız şehit toprağın bağrından; Gerekirse başlarınızı verin, kadre erin, aşkın elinden, kül olmuş özünüzle, ayağa kalkın, uyanın ey ülkü erleri!’’ diye sesleniyorlar ve üzerinizdeki ölü toprağını atın, bir an evval yola koyulun diye haykırıyorlar adeta.
Bakın ne diyorlar bizlere;
“Günler günleri kovaladığı demlerde yiğitçe savunduk. Hep Nizâm-ı Âlem için mücadele verdik, yolumuza devam ettik ve kurşun kurşun üstüne ölümle tanıştık, bu kervanın yolcularının kimi kabr’e, kimi ise mapushaneye düştü’’ Diye yaşadıklarından kesitler sunuyorlar. İşte Mevlâ’ya canlar adayan bu yolcuların görevi üstlenecek yeni ülkü erlerine seslenişi bu ifadelerde gizli.
Bizde o anlatılanları hasretle yad ederiz, hep o günleri... Harcımızı hep o Maveraya doğru ağaran yüreğimizle döneriz misale. O şehitlerin kana kana içtiği kevser sularının hışırtısıyla, uyandığımız yatağımızda, birgün muştularla dönüşümüzün ani olacağı kanaati hep yüreğimizde yankılanıyor böylece.
Haramiler bu aşkımızı çalmadan, yeniden tutkulu gözlerle ufuklara yönelmeli el ele verip yeni medeniyetin temellerine harcı koyarak kabirlerinde yaşayan ülkü yolunun şehitlerini sevindirmek bugün değilse ne zaman? Seccademizle, kitabımızla, imanımız ve sancağımızla biz geleceğiz müjdesini keşke verebilsek.
Yunus’un feyz aldığı yere doğru yürümesi gibi, gelin biz de Yar'a doğru yürüyelim. Ezene değil, ezilene destek, zalime köstek, mazluma yardımcı olarak, gerekirse canımızı feda edelim. İnsana olan sevgimizle, kulu Allah’ın mukaddes emaneti bilip, can ülkümüzle ‘’Biz geleceğiz’’ türküsünü hep birlikte söyleyelim. Sevda diyarında, şehitler katında ve Allah’ın huzurunda güneşle birlikte biz doğalım;’’ yüceltip tuğları fisebillillah.
“Değiştir çağları fisebilillah’’ diyelim.
Dirilişimiz gerçekleşirse insanlığın dirilişide beraberinde gelecek elbet. İnşaallah.